Kalem ve kâğıt kadar birbirine yakışan ikili az görmüşsünüzdür. Biri olmadan diğeri olamaz.
Efkâr dağıtır kalem ve kâğıt.
Onlarla teselli olur, teskin olur gönüller.
Yazdıkça rahatladığınızı hissederseniz.
Üzerinizden kalkar gider gam ve kasavet bulutları...
Kalemin anlamlı bir şeyler yazdığı kâğıdın, değeri ölçülemez.
Mektup olur o kâğıt. Anlaşma olur. Duygu yüklü bir şiir olur.
Kalemden, kâğıda inci gibi dizilir satırlar.
Seven sevdiğini, sevilen sevildiğini mahşere kadar hatırlar.
Kalemin kâğıda yazdıkları, ferman olmuş kelleler uçmuş ya da barış gelmiştir cihana...
Kalemden kan damlamıştır bazen kâğıda, bazen aşkın gözyaşları düşmüştür birkaç damla.
Kalem, kalem olduğunun farkına varmıştır, kâğıt kağıtlığının...
Amma...
Kalemin su, kâğıdın rüzgâr ise...
Ne eline o kalemi al ne de öyle bir kağıt iste...
Hz. Mevlâna, “Kalemin su, kâğıdın rüzgâr ise, ne yazarsan yaz kıymeti yoktur.” demiş.
Rüzgârdan bir kâğıda, sudan bir kalem ile yazın bakalım bir şeyler. Kâğıt yele, kalem sele gittiğinde ne olacak?
Hz. Mevlâna 800 yıl öncesinden sanki bugünlere işaret etmiş.
Sözlerin senet olduğu devirlerin bittiği bir dönemdeyiz.
Senet kağıtlarının rüzgârdan, yazan kalemlerin sudan olduğu bir çağda yaşıyoruz.
Yazdıysam yazdım, ne olmuş deniyor.
Canımı alacak değilsiniz ya!...
Kalemin bir haysiyeti var, kağıdında...
Suç onları kendi emellerine ram eden insanda...
Sayfayı boş bırakıp, beyaz bir sayfa açtık diyen de biziz.
Bu bir milattır diye yazıp altını imzalayanda.
Yazdıklarımızı inkâr edenlerde.
Söz veren sözünde durmuyor.
Sözünden dönüyor.
Sözünde duranlara böyle insan kaldı mı, diye şaşırarak bakıyor insanlar.
Bereket ki varlar...
İyi ki varlar...
Diye şükrediyorlar sonra.
Anlaşmaların, sözleşmelerin, akitlerin, karşılıklı güven ortamlarının iyice zayıfladığı, kandırmaların, gücü kötüye kullanmaların, attığı imzanın arkasında durmayanların dünyasında yaşar oldu insanlık.
Kalemin yazdığını, rüzgâr savurup götürüyor, uçuruyorsa, haklılığını nasıl ispat edeceksin, derdini kime dökeceksin, seni kim dinleyecek?
Eden ettiğini çekerse, çok çeker derler.
Baştanbaşa samimiyetsizlik kesilen bizler, göstermediğimiz iyi niyeti, karşı taraftan nasıl bekleyeceğiz?
Kendi niyeti halisane olmayan, karşı taraftan iyi niyet görse bile bunu nasıl yorumlayacak?
Elinize aldığınız kalem, niyetime göre yazmıyor diyemezsiniz.
Zaten kalem dediğiniz insanın içinden geçeni yazmalı!...
Sudan bahanelerle, karşısındakini kandırmaya çalışanın kalemi elbette sudan olur.
Öyle bir kalemin yazdığı kâğıt rüzgârdan olmalıdır ki, geriye muhatabını haklı çıkaran hiçbir şey kalmasın!..
Kalmasın ki, göçenler, göçürülenler, düşenler, düşene her gelenin bir tekme de benden olsun diye fazladan vurduğu bir ortam oluşsun.
Oluşsun ki.
Bu insanda haklıydı, böyle bir şey yapmazdı, iftira etmeyin, günahsızı, masumu savunmayacaksak, insanlığımızın ne önemi var diyebilenlerin neredeyse neslinin tükenmeye yüz tuttuğu bir devirde olduğumuzu kime anlatsak diyen olmasın!..
Belli ki...
Elimizdeki kalem ve kağıtlar aynen bizim gibi.
Yapımıza ve ruhumuza uygun!...
Ve bizler bunu pekâlâ biliyoruz...
Ya itiraf edeceğiz, pişmanız diyeceğiz ancak özür dileme gibi bir hasleti kaybedeli çok olmuş!...
Yahut umurumuzda değil, çekiver kuyruğunu gitsin muhabbetleri yapıyoruz.
Sudan bahaneleri, su kalemleriyle rüzgârdan kağıtlara öyle bir döktürüyoruz ki, el de beğensin, bey de beğensin, felekte beğensin diye ve yaslanıyoruz geriye.
Sonra soruyoruz kendimize, neden mutlu değiliz, neden mutlu olamıyoruz, ters giden her şey, neden hep gelip bizi buluyor diye...