Anadolu Coğrafyasına Türk Milleti gelmeden Doğu Roma yani Bizans hakimdi. Ve bu topraklarda entrika vardı, hile vardı, vurgun vardı, tuzak vardı, kumpas vardı, yalan vardı, talan vardı, vur-kaç vardı, gasp vardı, insanların malına, canına, ırzına göz dikme vardı.
Türk Milletinin Oğuz boyu, Üçoklar, Bozoklar olarak 24 Oğuz boyu ile girdiler Anadolu’ya. Kınık gibi Selçukluyu kuran, Kayı gibi Osmanlı’yı bir cihan devleti yapan şerefli, seçkin Türk boylarına mensuptular. Anadolu gibi elde tutması oldukça zor olan bir coğrafyaya, adalet getirdiler, hoşgörü getirdiler, barış getirdiler. Fethettikleri yerlerin her birini Türkçe isimlerle değiştirdiler. Malazgirt’le açmış oldukları Anadolu kapılarına tam bir asır sonra Miryokefalon’da, Anadolu Türk’tür, Türk kalacaktır mührünü bastılar.
Sultan Alpaslan’ın çığır açtığı, Kılıçaslanların Türklük mührünü bastığı bu coğrafya ’da, Türk olmak, Türk olarak anılmak, Türk olarak yaşamak şereflerin en büyüğüdür. Türk Milleti, İslamiyet’le müşerref olduktan, Hak kapısına teslim olduktan sonra, İslam’ın ve Türklüğün bayrağını üç kıtada şanla, şerefle dolaştırdı. Bugün bütün dünyada, Türk demek aynı zamanda Müslüman demektir. Böylesi güzel bir özdeşleşme bir başka millete nasip olmamıştır.
Türk Milleti, kimliğini, kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini, inancını, itikadını, heyecanını, bir ve beraber olma duygusunu kaybetmediği müddetçe vatansız kalmamıştır ve kalmayacaktır. Binlerce yıldır, devlet kuran, devletsiz kalmayan, zulme boyun eğmeyen, başlıya baş eğdirip, dizliye, diz çöktüren bir millettir Türk Milleti.
Anadolu’yu adım adım fethederken, dağlara, taşlara, ovalara, yaylalara, nehirlere, göllere, şehirlere hep kendi ismimizi verdik ve o dille yani Türkçeyle konuştuk. Sangaryos’u Sakarya yaptık. İkonyum’u Konya, Magnesia’yı Manisa, Trapezus’u’ Trabzon, Amisos’u Samsun yaptık. Kızılırmak dedik, Yeşilırmak dedik, Aksu, Göksu dedik, Aladağ, Bozdağ, Bey dağları dedik. Uzun yayla, Uzun göl, Acıgöl dedik…
Akşehir, Beyşehir, Seydişehir, Eskişehir, Yenişehir, Viranşehir dedik. Anadolu’yu bir uçtan bir uca Türkleştirdik…
Bu topraklar, Alpaslan’ı gördü, Kılıçaslanları gördü, Alaeddin Keykubat’ları gördü, Süleymanşah oğlu Ertuğrul’u gördü, Ertuğrul Oğlu Osman Gazi’yi gördü, Sultan Murat Han oğlu Fatih Sultan Mehmet’i gördü, Sultan Beyazıt Han oğlu Yavuz Sultan Selim’i gördü, Yavuz Sultan Selim Han oğlu Muhteşem Süleyman’ı gördü, Sultan Abdülmecit Han oğlu Abdülhamit Han’ı gördü, Türkiye Cumhuriyetinin banisi Mustafa Kemal Atatürk’ü gördü. Bin yıldır, Türk’e yaraşır, Türk’e yakışır bir coğrafya gördü.
Huzura, barışa, savaşsız yüzyıllara kavuşturduğumuz, adaleti sağladığımız, insanca yaşamanın rüya ve hayal olmadığını gösterdiğimiz coğrafyalar, biz çekildikten sonra kan ve ateş gölüne döndüler.
Günümüzün hamileri, süper güçleri, sözde medeniyeti, insan onuruna yakışan bir hayatı getirmeyi vaat etmişlerdi ya hani! Irak, Suriye, Ürdün, Mısır, Libya ve Tunus tarumar oldular cayır-cayır yanmaya devam ediyorlar. Dinmeyen gözyaşları, öksüz ve yetim kalan çocuklar, huzura muhtaç toplumlar, ölümüne kaçışlar, adaletin zerresinin yere düşmediği topraklar, kime hizmet ettiği bilinmeyen terör örgütleri, bulundukları coğrafyaları cehenneme çevirdiler.
Türk kavramı bugün kaybetmeyi göze alamayacağımız en değerli kavramlarımızın ilk sırasında. Hz. Mevlâna, “Hak kapısından ayrılmayan Türk, var olduğu müddetçe vatansız kalmaz!” diyor. Yunus’un dediği gibi, “Haktan inen şerbeti içtik elhamdülillah.” Hak kapısındayız, Hak kapısından bizi ayırmayan Rabbimize şükürler olsun. Rabbimiz izin verdiği müddetçe ne vatansız kalırız ne Türk olan adımızdan ne de Türkiye’mizden vazgeçeriz!