Dün görüştüklerimiz için, yarın başın sağ olsun denilebildiği bir dünyada yaşıyoruz.
Hırsların, kinlerin ve ihtirasların ne denli boş olduğunu bilmem anlayabiliyor muyuz?
İnsanoğlu bir varmış, bir yokmuş misali yaşayıp gidiyor işte...
“Âvâzeyi bu âleme Davud gibi sal / Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş" diyen Divan şairi Baki, dünyadan çekip giderken, geriye “hoş bir seda” bırakmanın faziletini anlatmak ister bu mısralarda...
“Her birinize bir süre verilmiştir. Bu süre sonunda bana döndürüleceksiniz” diye buyuran Rabbimiz, dünyadan ayrılacağımız anı ve zamanı biz kullarına bildirmemiştir.
Sırası gelen gidiyor. Ne bir dakika önce ne bir dakika sonra, yani tam zamanında...
“Fani dünya hoştur amma, akıbeti mevt olmasa”
“Ölüm gelmiş cihane, baş ağrısı bahane”
“İnsan fani, ölüm ani”
Gibi sözleri de, uzunca yıllardan beri duyarak bugünlere geldik.
Sağlığında takdir edemediğimiz, hakkında bir türlü iyi şeyler söyleyemediğimiz, kimi hasetlikten, kimi kıskançlıktan aleyhinde dedikodu ve tezviratlar da bulunduğumuz nice insan için vefatından sonra söylenecek pişmanlık cümlelerinin ve dökülen gözyaşlarının neye yaradığını kendimize dürüstçe sormamız gerekiyor.
Mal hırsının, mevki ve makam hırsının, insani değerleri kökünden biçtiğini bildiğimiz halde, izlediğimiz yolun ve söylediğimiz sözlerin bir aldatmaca ve kandırmacadan ibaret olduğunu hâlâ göremiyor muyuz?
Oysa aldatan kendini aldatmış, kandıran kendini kandırmıştır.
Şems-i Tebrizi, “Başkasının rızkını sana vermezler, öyle ise vücudunu niçin üzmede, öldürmedesin” diyor.
Ölümlü olduğumuzu bile bile hakkımız olmayanı elde etme peşinde, her türlü hile ve tuzak kurarak hedefimize ulaştığımızı sandığımız, düşüncelere ve hayallere yazıklar olsun!
Yunus Emre, “Bir garip ölmüş diyeler / Üç günden sonra duyalar / Soğuk su ile yuyalar / Şöyle garip bencileyin” dediği dörtlüğünde, onun anlattığı garip olmayı istersiniz de, olamazsınız...
Ölüm kelimesinin soğukluğu, onun hayatın bir gerçeği olduğunu değiştirmez.
Ölüm var, ölüm, denmesi hatırlatılması bir çoğumuzun hoşuna gitmez, işine gelmez.
Ta ki, kendi başına gelinceye kadar.
Her ölüm salası okunuşunda, birçok insan ölümü ve kendini şöylesine bir aklına getirir, ne yazık ki, bu süre birkaç dakikayı geçmez.
Çünkü, ateş düştüğü yeri yakar.
Vefat eden bir yakınınızsa, en acil işinizi bile bırakır koşarsınız.
Rabbimiz, verdiği acı ve üzüntüye karşı, sabrını da beraber vermiştir.
Ama biz insanlar, üzüntümüz hafifler hafiflemez, yine eski halimize döner, bildiğimizi yapmaktan geri kalmayız.
Mal canın yongası diye, dünyaya inadına bağlanıp kalmanın beyhude olduğunu göremeyiz.
Oturduğumuz koltuklardan, mevki ve makamlardan hiç kalkmayacağımızı zannetme körlüğüne sahip oluruz.
Rahmetli Gazeteci Fikret Otyam, bir yazısında Güneydoğu aşiretlerinden birinin ağası ile konuşurken, adı Selim olan Ağa, böbürlenerek, eliyle gösterebildiği kadar gösterdiği arazisini gösterirken,
- Aha der, şu uzakta gördüğün dağlara kadar olan arazi benim...
Fikret Otyam, içimden “ Allah’ mısın be Selim? ” dedim, diye yazıyor.
Sözlerimizi yine Yunus Emre’den bir dörtlükle noktalayalım:
“Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi / Mal da yalan, mülk de yalan / Var biraz da, sen oyalan”
Bu dünyadan hoş bir seda bırakarak ayrılana ne mutlu...