Dertlinin derdini anlatması kolay değil. Dinleyen olması lazım, ilgilenen olması lazım, işin ucundan tutan olması lazım. Dertlinin derdini anlatacağını anlayanlar bir başlıyorlar yakınmaya, bir başlıyorlar çırpınmaya, bir başlıyorlar dövünmeye.
Dertli vah vah diyor, meğer benim derdim bunların derdi yanında bir hiçmiş!
İyi hoşta dertlinin derdini kim dinleyecek?
Hele bir de dertli, kan kussa kızılcık şerbeti içtim diyorsa, gören gözleri varsa, beni göreceklerse görsünler, bulacaklarsa bulsunlar diyor da buna rağmen görülmüyorsa ne olacak? İnanın görülmeyecek, sesi duyulmayacak, yanı başındaki, hanelerde hiçbir ihtiyacı olmayanlara yardımlar yapılır ve yağdırılırken, bir insaf sahibi çıkıp da, şu komşumuz bunlardan belki de on kere daha muhtaç demeyecek!
Ağlamayan çocuğa meme verilmez edebiyatı baş tacımız, vazgeçilmezimiz, mihenk taşımız! Ağlarken aralara aracılar koyanlar, ağlama kapılarını iyi bilenler, kapılara vardığında birden ağlamaya başlayanlar, duygu sömürüsünün dik âlâsını yapanlar her daim en önde, sıranın başında! Gerçek manada ağlayan, kapı önünde ağlamadı diye gören yok, bilen yok, duyan yok!
Gerçek fakir, gerçek dertli, gerçek ihtiyaç sahibi gel denilen, dolaş gel denilen kapıların önünden geçmez. Önemli olan onların aranıp bulunması, derdin ne sıkıntın ne diye başlayan bir dizi ahiret sorusu sorulmaması!
İnsanları dinlemek onlara en büyük destektir. Dinleyin şu insanların derdini, hanelerine bir pencerede siz açın. Huzura kavuşsun insanlar.
Dinleyin şu insanları, hanelerinde var olan isler-sisler, dumanlar dağılsın, perde çekilmiş pencerelerinden güneş ışıkları dolsun evlerinin içine.
Dinleyin şu insanları, kalplerinde ümit çiçekleri yeşersin. Tekrar hayata dönsünler. Ayağa kalksınlar. Evlerinin kapısını açıp, dışarı çıksınlar. Kararsızlıkları, karamsarlıkları, vesveseleri sona ersin.
Ne mi diyor Hz. Mevlâna?
“Dertli adamın kararsızlıklarla, dumanlarla dolu bir evi vardır. Derdini dinlersen o eve bir pencere açmış olursun.”
DOST
Dost dost diye konuşmaktan kendimizi alamayan bizler, dosta ve dostluğa ne kadar önem veriyoruz acaba? Dost diye aradığımız nasıl bir kişi? İşimizi görmeyen, sıkıntımızı çözmeyen, bizi her hâlükârda desteklemeyen dostu neyleyeyim mi diyoruz? Dostta aradığımız özellik ne? Dost dediğimiz sağ gösterip, sol vuran mı? Ondan uzaklaştığımız an, aleyhimizde konuşan mı? Yüzümüze gülüp, ardımızdan kuyumuzu kazan mı? Ne yaparsak yapalım bizi tasdik eden mi?
Dostlarla oturmak, dostlarla bir arada olmak, dostlarla bir şeyler paylaşmak, istişare etmek gibi erdemler dillerden düşecek gibi değil. Kala kala bir o kalmış dillerde. Dostu göremeyen, dostu fark edemeyen, dostu es geçen, dostun yanından geçip giden bir göze sahipseniz, sahi nereye bakıyorsunuz siz? Dost olmak, dostu bulmak, dostla sırdaş olmak, haldaş olmak kolay mesele mi?
Kusursuz dost arayan dostsuz kalır dememiş mi Hz. Mevlâna? Yazık dostlarını hiç yüzünden bir kalemde silenlere! Onlar bu dünyadan dileriz dostsuz olarak ayrılmak zorunda kalmazlar! Adam gibi adam olan dostları bulmak kolay değil. Hem de hiç değil…Dostu göremeyen göz, nereye bakıyor diye hiç düşündünüz mü? Üç günlük heveslere, üç kuruşluk tamahkarlıklara satılan dostlukların, sahte dostluklar olduğunu kimse anlamaz mı sanıyorlar?
Sözüm ona dost olan, dost kesilen, dost görünen sadece dilinde olan dostluk kavramıyla dostlukları biçen, yerle bir edenler, yaşadıkları süre zarfında bir türlü yapamadıkları vicdan muhasebelerini ölüm döşeklerine bıraktılarsa, korkarım helalleşecek insan da bulamayacaklar!
Ne mi diyor Hz. Mevlâna?
“İnsan, gözden ibarettir aslında, geri kalan cesettir. Göz ise ancak dostu görene denir.”