Bir yıl daha bitti bitiyor. Bir sonraki hafta başı aralık ayına merhaba diyeceğiz. Sayılı gün değil mi, geçer mi geçer. Üç aralık olur, on beş olur, yirmi beş olur. Bir de bakmışsınız yılbaşı bile gelmiş.
Mesele, yıl biterken, ne diyor insanımız?
Mesela, yıl biterken enflasyon düşme sinyali verecek mi?
Sürekli etiketlere dokunan eller, yeminle bundan gayrı dokunmayacağız diyecekler mi?
Asgari ücretin ne olacağını aralık sonunu beklemeden öğrenebilecek miyiz?
Ya emekli maaşları yüzde kaç olacak, tüm tahminler şaşırıp kalacak mı?
Yıl biterken ucuzlayacak mı kırmızı et? Yıl biterken ne geç ne de erken, müjdeler havai fişek misali patlayacak mı, bizi şaşırtacak mı?
Hemen herkesin Mevlânâ’ya ait olarak bildiği ve öyle kabullenmek istediği, lakin, Baba Efzâl Kâşi’nin “Gel” diyen rubaisi ne diyordu;
“Gel gel, kim olursan ol gel…ister kafir ister Mecusi, ister putperest ol yine gel, bizim dergahımız ümitsizlik dergahı değildir. Tövbeni yüz defa bozmuş bile olsan yine gel…”
Siyaset gerektiğinde kollarını olabildiğince, hatta açabildiğinin son raddesine kadar açabilmekti!
Bunun adına gönül seferberliği denmişti!
Gelsin herkes kanatlarımızın altına, bizim gönlümüzde herkese yer var demekti!
Bu bakış açısı lafta kalmadığında, meydana gelen hareket gümbür-gümbür geldi hep…
Düşün peşime diyen rahmetli Süleyman Demirel’i bir hatırlayın!
Yeter söz milletindir diyen rahmetli Adnan Menderes’i de…
Osmanlı Padişahları, gurur ve kibir kendilerine hâkim olmasın diye, kendileri için “Mağrur olma Padişahım, senden büyük Allah var” dedirtirlerdi.
Mumların mumları tutuşturduğu, fakir-fukaranın garip ve yoksulun görüldüğü, korunduğu ve kollandığı günler o dönemden kalmaydı.
Aç yatanı doyurmadan ağzına lokma almayanların var olduğu zamanlardı.
Ya şimdi?
Mumlara bir hal oldu. Benlik hâkim oldu o mütevazi, kendi halindeki hoşgörülü mumlara. Şimdi deniyor ki; mum mumu tutuşturmaktan vazgeçti. Tutuşturmayı reddetti. Ayrı telden çalmaya başladıklarından beri paçaları tutuşmaya başlayıncaya kadar bu inat sürecek gibi görünüyor.
O zamanda ne mi oluyor?
Mumlar mumları tutuşturmadığı için ne dost olunuyor ne arkadaş ne kardeş. Ne bir olunabiliyor ne de beraber…
Eskiler kavgada yumruk aranmaz derlerdi!
Şimdi öyle kavgaları mumla arasanız yok!
Cümle dert, cümle bela, cümle sıkıntı el ele verip, meydan dayağı atıyorlar!
Yumruk ve tekmelerin nereden geldiği belli değil!
Bildiğimiz bilmediğimiz, tanıdığımız tanımadığımız artışlar, zamlar, faturalar yumruk misali vur abalıya misali vurdukça vuruyor!
İki seksen uzanmışız…
Meydanın orta yerinde kalakalmışız! Geçtim ne oldu, kim yaptı diye sorandan! Geçmiş olsun diyen bile yok!
Eğer, sevgi dolu bir kalbe sahipseniz…
Küfredemezsiniz!
Kimseyi aşağılayamazsınız! Kimse hakkında, suizanda bulunamazsınız! Kimse hakkında, birilerine aleyhte laf söyletemezsiniz…
Vefasızlık yapamazsınız…Vefa da şart yoktur. Vefa da hesap-kitap yoktur. Vefa da var olan sevginin ölçüsü-endazesi ne diye merak edilmez. Çünkü vefa gösteren vefasını sonuna kadar gösterir.
Siyaset denen kavramın içinde vefa arayanlar olabilir. Vefa siyasetin çıkmaz sokağıdır desek inanacak mısınız? Bu çıkmaz sokak, nedendir bilinmez, duvarına çizilen gerçekle ayırt edilemeyecek, bağlara, bahçelere, yollara meyleder sokağa sapanları.
Şems-i Tebrizi, “Vefa sevgidir. Şartsız hesapsız, sonu olmayan bir sevginin ta kendisidir. Bu dünyadan vefa arama, çünkü vefası bile vefasızdır.” diyor. Varın düşünün gerisini!
Bir zamanlar, dostun dosta, arkadaşın arkadaşa vefası gibi çok güzel hasletlere, duygulara ve hislere sahiptik. Bir çoğumuza bir haller oldu.
Gündelik koşuşturmanın ve hayat gailesinin içerisinde, kendimizi unuturken, ahirete uğurladıklarımızı tamamen unuttuk!
Onlar ağabeylerimizdi, kardeşlerimizdi. Sohbetlerine doyamadıklarımız, görmeden edemediklerimiz, sırlarımızı, sıkıntılarımızı paylaştıklarımız insanlardı.
Onları görmek bile bizi rahatlatır, ferahlatırdı. İstişare etmeye, kendimizin ya da bir dostumuzun derdini çözmek için az mı gittik yanlarına. İçlerinde baba adamlar vardı. Ağabey hitabını tam anlamıyla hak edenler, dost diye, arkadaş diye böylesine denir dediklerimiz vardı.
Yüzümüze baktıklarında derdimiz olduğunu halimizden, içeri girişimizden, ses tonumuzdan, bilirlerdi.
Gözyaşlarıyla ebediyete uğurladıklarımız, sohbet ehliydiler. Onlardan feyiz aldığımız, feraset sahibi, ince, duygulu, laf söyleme sanatına vakıf, tatlı dilli, güler yüzlü bambaşka insanlardı. Ne yazık ki, bugün hiçbiri hayatta değil…Yalnızlığımız, çıkmaz sokaklarda bir başımıza kalmamız birazda bu yüzden…
Yetmişli yıllarda çok ağladı insanlar…
Seksenli yıllarda da…
Doksanlı yıllar geldi, biraz ayıldılar, biraz açıldılar
İki binli yıllara erişmek heyecanlıydı galiba…Geldik iki binli yıllarında ilk çeyreğine…
Lafa, biz eskiden diye başlamak mevzusu bizden öncekilerden bize miras kaldı…
Tevatür de rivayet de öyle…
Düne takıldık, düne daldık, dünde kaldık. Dünden bugüne gelemedik. Belki hiç istemedik…İşimize gelmedi belki de…
Mutlu olmayı mı unuttuk?
Yoksa mutluluktan korkar mı, olduk?
Kim diyorsa yalan? Kim mi ölmüş yalandan?
Gel biraz laflayalım diye başlarız bazen…Lafın gözüne-gözüne vurmadan edemeyiz…
Lafın belini kırarken, kimlerin beli kırılır, kimlerin kalbi kırılır, kimlerin kulakları şöyle iyice bir çınlar Allah bilir.
Laf aramızda; lafı sulandırmayı, lafı dolandırmayı, mesele zaman kazanmak olduğunda lafı kenara almayı, gözümüzü kırpmadan tozlu raflara atmayı, olmadı ağzımızın içinde hapsetmeyi iyi biliriz.
Gelin, yıl biterken, iyi ve güzel şeyler söyleyip, küs olarak değil de barışarak girelim yeni bir yıla…