Konya Tanıtım Günleri etkinliği 23-26 Kasım'da İstanbul'da Atatürk Havalimanında düzenleniyor.
Etkinlik basınımızda “İstanbul buram buram Konya kokacak” manşetleriyle yer aldı.
Geçtiğimiz hafta yapılan açıklamada şöyle deniyordu; "Her yıl büyük bir coşkuyla gerçekleştirilen, tanıtım programımız büyük bir ivmeyle büyümektedir. İnşallah Konya Tanıtım Günlerinde yeni dostluklarla büyük köprüler kurulacaktır. Bu tanıtım günleri, İstanbul'daki hemşerilerimizin Konya'mızın markalarını daha iyi tanıma ve desteklemeleri adına ciddi katkı sağlayacaktır."
Bu açıklama sonrasında, Konya günleri ayrıca Konya’da yapılsaydı da “Türkiye buram buram Konya koksaydı” diye düşünmeden edemiyorsunuz.
İstanbul, ülkemizin birçok şehrinin tanıtım günlerine ev sahipliği yapıyor. Yapılan bu ev sahipliği her anlamda övgüye ve takdire değer.
Tanıtım elbette olmalı, olmalı lakin, şehrimizde de yapılmalı. Kurulacak gönül köprülerinin yolu Konya’ya da uğramalı. Konya’da onlarca yıldır İlçelerin, kasabaların ve köylerin buluşma, kavuşma, bir araya gelme günleri var.
Her yıl insanlar baba ocağını ziyaret etmeye ülkemizin bir ucunda dahi olsalar koşup geliyorlar.
Demem o ki, bu gelişler “Konya günleri” adı altında, Konya’da ülke çapında, hatta uluslararası düzeyde yapılabilir.
Taş yerinde ağır demişler. Gül dalında güzel demişler. Demişler demesine de o güzel ve yerinde olan sözlere itibar edenimiz, aldıranımız da olmalı…
Buram buram Konya kokmak tabiri gazetelerimizin manşetlerini süslerken yüreğiniz burkulmadı mı?
Biz bu günleri Konya’da da yapabilirdik, neden hiç aklımıza gelmedi diye düşünmediniz mi?
Asıl buram buram nerede mi kokarsınız?
Kendi yerinizde, kendi şehrinizde…
Kendi toprağınızda….
Bahçenizde dalınızda…
Mor sümbüllü bağınızda,
Türlü çiçek açan dağınızda…
Lakin, Konya günleri bu şehrin, bulunduğu yerde, kurulduğu yerde, oturduğu yerde olmazsa, yapılmazsa, kalbi kırılır bu şehrin. Güvendiği dağlara karlar yağmış olur.
Konya Anadolu bozkırlarında açan nadide bir çiçek.
Ne demişler, her çiçek yerinde güzel…
Koparıp götürürseniz o çiçeği solar o çiçek, küser o çiçek, içine kapanır…
Diyarı gurbetlerde sanmayın ki o çiçek buram buram-kokar…
Sanmayın ki o kokuyu duymayan, hissetmeyen kalmaz…
Bilmez misiniz ki o çiçeğin içi yanar…
Kalbi kanar…
Her yalnız kaldığında oturup ağlar…
Ne mi diyelim?
O buram buram kokma, Konya tabiriyle türüm türüm Konya kokmak değil. Çünkü biz, Konya günlerini bir türlü yapamadık layıkı veçhile Konya’da… Konya, buram buram kokmayı ihraç edemedi, yayamadı, dağıtamadı Konya’dan, bulunduğu noktadan…
İstanbul hoş şehir, güzel şehir, kültür şehri, Ülkemizin her şehrinin günleri var İstanbul’da…Konya günleri de öyle bir gün…Bu etkinliği basite aldığımız, basite indirgediğimiz sanılmasın.
İstanbul kadar, kendi şehrimizin kadrini ve kıymetini bilmek, inanın çok daha önemli. Şehrimizin kıymetini dışarıda artırıyoruz derken dileriz kantarın topuzu kaçmaz!
Dileriz, Konya Günleri İstanbul’un üzerine yıkılmaz. Dileriz, bu günler nasıl olsa İstanbul’da yapılıyor, ne gerek var Konya’da yapılmasına denmez. Dileriz, Konya boynu bükük, eli böğründe bırakılmaz.
Sonra derler ki;
Türbe önü günleri yaptınız da… Bedesten günleri yaptınız da…Alaeddin tepesi günleri yaptınız da….
Elinizi bir tutan, dur yapma diyen, vazgeç diyen mi oldu?
Sonra hepsini birleştirip, Konya’da, “Konya günleri” yaptınız da ülkenin her tarafından gelmeyen mi oldu?
Bazılarımız, her şehrin İstanbul’da tanıtım günleri var, bizim neden olmasın, neden bu tanıtımdan mahrum kalalım diye düşünüyor olabilir.
İstanbul’da şu kadar yüz bin Konyalı yok mu diye de görüşüne haklılık kazandırabilir.
Onlar da haklıdır. İşin içinde hasret var, kavuşma var, buluşma var.
Ancak, bir de işin Konya penceresi var. Konya tarafı var. O taraftan bakmak var.
Konya hoşgörü şehri. Hoşgörülü insanların şehri. Hoşgörüyle neler halledilmez neler. Yeter ki, istensin. Yeter ki murat edilsin.
Hani Yunus, “İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsen / Ya nice okumaktır” demiş ya…
Bu şehirde insanın kendini bilmesi nedir bilir misiniz?
Mevlânâ’yı bilmektir…
Şemsi bilmektir…
Şeyh Sadrettin Konevi’yi bilmektir...
Ateşbazı bilmektir…
Kutalmışoğlu Süleymanşah’ı bilmektir…
Kılıçaslanları bilmektir…
Sultan Mesut’u bilmektir…
Alaeddin Keykubat’ı bilmektir…
Emir Karatay’ı bilmektir…
Selçukluyu bilmektir…
O günlerden bugünlere gelmektir.
Bu şehir Aşkın kapısı…Mevlânâ diyarı…Kılıçaslanların otağı…
Üstelik bu şehrin bir de “gel” çağrısı var…
Bu çağrı sadece 17 Aralık için mi?
Mevlânâ gel dediyse, yok mu bunda bir hikmet?
Bu hikmet nedir, nedendir? Sırrına ermek, sırrını da çözmek gerek…
Gel denmiş, gel…
Git denmemiş ki…
Biz var ya biz, “gel” kelimesinin anlamını, manasını, açılımını “git” diye okuduk herhalde…
Gel çağrısını yüklemişiz Mevlânâ’ya…
O “gel” desin, gelsinler demişiz…
“Git” meselesi ve de gitmek faslı da bizim olmuş…
Az gitmişiz, uz gitmişiz dere tepe düz gitmişiz, bir de dönüp bakmışız ki, bir arpa boyu yol gitmişiz…
Sonrasında ne mi olmuş?
Bir türlü Konya’ya gelememişiz.
Yaşadığımız gel-git sıkıntılarını sayabilene de açıklayabilene de aşk olsun…